29 Kasım 2013 Cuma

Tüyap Kitap Fuarı - Ben de Gittim

Tüyap Kitap Fuarı
Geçen yıllarda Tüyap fuarlarına giderdim. Servus'ta çalışırken düzenli olarak Savunma Sanayi Fuarı'na giderdim. Pazar günü gideyim dedim. Programa baktım. Yılın sonu geliyor pek fazla fuar kalmadı, sonraki hafta COMVEX Commercial Vehicles, Buses and Components Expo fuarı var, janjanlı adına aldanma, hiç gidilmez.. Bildiğin minibüsçüler ve kamyoncular.. Gideyim bari dedim.
Otoparka 14 TL, girişe 7 TL, soğuk içeceğe 5 TL verdikten sonra girişteki dev pankartın gerekçesini anladım: "Tüyap, ülkemiz ekonomisine hizmet sunmaktan gurur duyuyor." Konunun ekonomi boyutunun kültür boyutunun çok ötesine geçtiğini değerlendirmiş olacaklar ki fuarın bir parçası olarak "Türkiye'de bir kültür endüstrisi var mı?" etkinliği bile düzenlemişler. Adını da koymuşlar. Kültür Endüstrisi.. Etkinliği Türkiye Yayıncılar Birliği ile birlikte düzenleyen KEGP (Kültür Endüstrilerini Geliştirme Platformu) kurucuları içinde tanıdık isimler var. Web sayfalarında Unesco desteği de görülüyor.
O'Henry Hikayeler
Elimde O'henry'nin bir öykü kitabı var. Sırada da birkaç kitap daha var. Hesapta hiç kitap almayacağım. Bakıp çıkacağım. Çok sayıda kitabı okuyamadan bağışladığım gerçeğiyle yüzleştim ve artık elimdekileri okumadan yeni kitap almıyorum.
Birinci salona girince Türk Tarih Kurumu standı karşıladı: "Fiyatlar etiketin yarısıdır." Daha sonra Türk Dil Kurumu standında da göreceğim bu pazarlama sloganı bu kurumların da özelleştirilmiş olabileceğini çağrıştırdı. Fiyat odaklı mesajlar veren bir diğer kurum da Başbakanlık Atatürk Yüksek Kurumu Başkanlığına bağlı Atatürk Kültür merkezi Başkanlığı standıydı: "Kitapların üzerindeki fiyatlar indirimli fiyatlardır".
Kaldırım Yayınları standında "Bana Felsefe Yapma" kitabının alt başlığı "Felsefe yapmadan yazılan ilk felsefe kitabı" gibi bir şeydi. Gülümseyerek diğer standa yürüdüm.
Sesle Kitap standında durdum ve inceledim. Bazı kitaplar audio CD formatında, hacimli kitaplar MP3 formatında. "Görme engelliler mi alıyor?" diye sordum. "Yok" dedi görevli, "bunlar kitap okumaya vakti olmayanlar için, görme engelliler için ücretsiz hizmetler var, onlara tiyatrocular okuyor." "Biz de geçmişte onlar için okuma ve kayıt ortamı hazırlığı yapmıştık" dedim. Hele sesli çocuk kitaplarını çok garipsedim. Çocuğuna kitabı sen okumazsan CD'den dinlemez, gider televizyon izler. Ben de çocuk yetiştirdim. Üstelik benim çocuklarım "Babaaaa.." diye ağlarlardı, "Anneeee.." diye değil.
Samed Behrengi
Bir standda Samet Behrengi masal kitaplarını gördüm. Yeğenlerimin yaşları henüz küçük olduğu için almadım. Adalet, doğruluk, eşitlik ve sorgulamayı öğütleyen masallar, okurken ana - babaları da alır götürür. İz Yayıncılık standında gördüğüm Kelile ve Dimne de çocukken okuduğum fabl tarzında öykülerden oluşan bir kitap. Beydeba, La Fontaine'den 1500 yıl önce "hukukun en kötüsü suçsuzu korkutandır", "alçaklığın ölçütü zavallıları ezmektir" gibi lafları çakallara söyletmiş. Doğrudan söyleyememiş, onun da başında dönemin zalim Hint Şahı varmış. Çocuklar için diğer bir seçenek te Yapı Kredi Yayınlarının Doğan Kardeş Seçme Şiirler ve Seçme Öyküler dizileri Belli başlı yerli şair ve yazarların yapıtlarını yayınlamışlar.
Avedis Aktenoğlu, "hayata ve aşka dair en güzel sözleri" "Best of Bağımlılık Yapan Sözler" diye bir kitapta derlemiş. Günümüzde her sözün söylendiğini, twitlendiğini ve SMSlendiğini düşünüyorsanız bir de bunu deneyin.
100 temel eser yayıncısı iş değişikliğine hazırlanıyor galiba: "%50 İndirim". Yanında da "Psikoterapi Setinde Kampanya".
M. Naci Bostancı, "Kuma Yazılanlar" kitabını yazmış. Küresel ısınma öncesi dönemde yazsaydı herhalde "Buza Yazılanlar" diye isimlendirirdi.
Joan Konner - Ateistin Kutsal Kitabı
"Fetvalarla Çağdaş Hayat" gibi dinsel kitapların arttığını gördük ama Ateistler için yazılan kitapların artmasına ne demeli. Alain de Botton tarafından yazılan "Ateistler İçin Din", Joan Konner tarafından yazılan "Ateistin Kutsal Kitabı", Jack Huberman tarafından yazılan "Ateist aforizmalar". Bana Nikola Tesla'nın bir deyişini hatırlattı. Nicola Tesla şu 100 yıl önce elektriğin kablosuz olarak iletilmesini bulduğu düşünülen ama nasıl yaptığı hala anlaşılamayan mucit. Demiş ki kutsal kitabı okuyup anlayana ateist, okuyup anlamayana dindar, okumayana da bağnaz denir.
Zıpır yayınevi Domingo yayınlamış: küçük insanlardan büyük sorulara Hayli mühim insanlardan basit cevaplar. Çocuklar sormuş, büyük adamlar yanıtlamış. Al sana örnekler.. Neden para kullanıyoruz? - Aslında ben pek kullanamadan uçup gidiyor ya da aslında o mu bizi kullanıyor acaba? Neden bazıları diğerlerinden daha uzun boyludur? - Aslında diğerleri bazılarından daha kısa boyludur. Bu kategoriye koyabileceğim İnkılap Yayınlarının Korsan Kitap adlı yayını. Elbette maymundan gelmedik ama koyuna gittiğimiz kesin diye başlamış.
Kartlarınla Mucize Yarat
Kartlarınla mucize yarat kredi kartı ehliyetin var mı? "Tabii ki kredi kartı kullanmayı biliyoruz. İstediğin yerde limitin kadar alışveriş yapıyorsun. Taksitlerin de bulunduğu ekstre her ay geliyor, onun da asgarisini ödeyip kartı kullanmaya devam ediyorsun. Hatta lazım olduğunda istersen ATM'den nakit bile çekebiliyorsun... Bunda bilmeyecek ne var?" diyorsanız elinizde tuttuğunuz bu kitap tam sizin için. Belki son ödeme tarihinizin günü, olması gerektiği gün değil. Belki limitinizde bir hata var. Belki de gereğinden fazla kartınız var. Ya da kredi kartı hiç sizin için değil. Ama elinizde bir plastik patlayıcı istemiyorsanız, bu kitaptaki bilgilerden bağımsız adım atmayın. İşte her eve lazım, kritik bilgi ve ipuçları ile dolu Kartlarınla Mucize Yarat kitabı. Ben müziği çalıyorum, dans etmesi sizden. Hepinizi piste bekliyorum. Kitapta bunları söyleyen Özlem Denizmen, lisans Eğitimini Cornell Üniversitesi Endüstri İşletmeciliği bölümünde tamamlamış, sonra MIT Sloan School of Management'ta MBA yapmış. Ayrıca, Stanford Üniversitesi'nde Etkileme Teknikleri, GE Crotonville Merkezinde Liderlik, Harvard Business School'da İleri Seviye Yönetim programlarını tamamlamış. Çalışma hayatının temeli Finansal Planlama olan Özlem Denizmen, çalışma hayatına 1994'te Amerika'da Finansal Analist olarak Merrill Lynch Yatırım Bankası'nda başlamış. Türkiye'deki iş hayatına Garanti Yatırım'da devam etmiş, 2000 yılından bu yana Doğuş Grubu'nda Bütçe Planlama ve Strateji Bölüm Başkanlığı görevini icra etmekteymiş. Ayrıca grup içinde iş geliştirme ve yatırımcı ilişkileri üzerine çeşitli görevlerde çalışmış. Doğuş Holding Strateji Bölüm Başkanı, Doğuş Otomotiv Yönetim Kurulu Üyesi imiş.
Jack London
Bazı yayınevlerinin farklı salonlarda birden fazla standları olduğunu gözlemledim. April Yayınları ikinci standı görevlisine "Jack London çizgi romanını alacağım. Diğer standınızda yoktu. Oraya da götürün. O'henry ve Edgar Allen Poe çizgi romanlarını oradan almıştım" dedim. Evet kitap almayacağım demiştim ama yeğenler için bu çizgi romanları aldım. Ayrıca Arkeoloji ve Sanat Yayınlarından Göbekli Tepe, Karatepe, Nemrut ve Hititler boyama kitaplarını da aldım.
Ayrıntı Yayınları standının duvarlarında kitap tanıtımları yerine çeşitli sözler yazılmıştı: "Eğer ılımlılık bir suçsa, ilgisizlik bir cinayettir. Jack Kerouac"; "Ancak her şeyini kaybettikten sonra canının istediğini yapmakta özgür olursun. Chuck Palahniuk"; "Aşk orada öyle, bir kaya gibi, durmaz; hep yeni baştan, ekmek gibi, yeniden yapılmalıdır. Ursula K. LeGuin uac". Bunlardan birincisi yayınevinin twitter hesabının ana sayfasında da yer alıyor.
Sardunya Tüyap
Saatlerce hiçbir şey yiyemedim ve içemedim. Kafelerde uzun kuyruklar vardı. Üst kattaki Sardunya Restoranı görünce hemen gittim. "Çorba nedir?" diye sordum. "Çin usulü" dedi. "Tamam, getir" dedim. "Ana yemek ne öneriyorsun?" "Çin usulü tavuk" dedi. Çin fuar'ın onur konuğu ülkesi olduğu için yemekler bile onları onurlandıracak şekilde hazırlanmış. Çorbada noodles, mercimek, soğan ve bolca baharat. Tavuk, KFC'den alınmış tavuk parçaları kırmızı fasulye, havuç, kabak, pırasa ve soğanla haşlanmış, pirinç pilavı ve püre ile servis ediliyor. Yemek gelince "Bu nasıl Çin usulü" dedim "Pilav çok az, daha fazla olmalıydı."
Yemekten sonra gezdiğim yeter, biraz da konferanslara bakayım dedim. Banu Avar'ın Remzi Kitabevi tarafından düzenlenen söyleşiye kafamı uzattım. Banu Avar, Mustafa Kemal'in Türkçü, solcu ve dindar kesimlerin desteğini alarak kurtuluş savaşını başlattığını söylüyordu. İlerleyen dakikalarda katılımcıları hazırladıkları Milli İrade Bildirisini incelemeye davet etti.
Attila İlhan'a "Attila Abi, ne yapalım o zaman diye soruyorlar dedim" dedi. Attila İlhan "Bunlar yurttaşlık bilincini yitirmişler, yurttaş ne yapılacağını bilir." diye yanıtlamış. Psikolojik operasyonu anlattı.
Ahmet Telli
Katıldığım diğer bir etkinlik Everest Yayınlarının düzenlediği Ahmet Telli şiir dinletisiydi. Şair Bekle Beni şiiriyle başladı. Konstantin Simanov'dan esinlendiğini, yalnızca sevgi sözcükleri olmadığını, mücadelemi başarıp geleceğim anlamında yorumlanması gerektiğini söyledi. Kunduz şiiriyle de akıntıya karşı yüzebilen ve akıntının gücünü kesen yapılar kurabilen niteliği dolayısıyla kunduzu konu aldığını söyledi. Kitaplarına girmemiş olan bu şiirlerinden sonra Gülten Akın'ın iki dizeli şiirini okudu:
Bir roman kadar uzun bu tümce
Sonra işte yaşlandım
Dizelerden esinlendiği şiirlerini okudu. Nida şiiriyle sohbeti tamamladı.
Tüyap Resim ve Heykel Sergisi
Yedinci salonda resim ve heykeller sergileniyordu. O da ne. Birden şok oldum. Erol Evgin'in resimleri. Meğer üstat resim yaparmış. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Yüksek Mimarlık Fakültesini bitirmiş. Bir süre de üniversitede ders vermiş. Bedri Rahmi ve Burhan Doğançay isimlerini bildiğim babalar. Onlarca sanatçının eserleri sergileniyordu. Ordu Plastik Sanatlar Derneği (OPSAD) sergisi çok ilginçti. Alper Aydın'ın hareketli çubuklardan oluşan tabloları çarpıcıydı. Ceren Kerpiç Öztürk'ün polimer kil, strafor köpük ve akrilik boya kullanılarak yaptığı heykelcikler de çok hoştu. Ümit Erzurumlu, Düş Yolcusu Sanat Durağı olarak nitelendirdiği sergisinin girişine "Müzik ve Matematik kardeş, rüzgar ve gürültü yakın akrabalarsa biz her şeyle akrabayız" yazmıştı. Gezi olaylarından esinlenilmiş bolca sanat eseri vardı. "İçine tükürülecek" sanat eserleri de vardı. Sergi bölümünde de aslan payı onur konuğu Çin'in Çağdaş Sanatlar sergisiydi. Geleneğin yeniden Doğuşu adlı enstalasyon çok ilginçti. Gökyüzünde parşömenler ve yeryüzünde yan yana açık kitaplar vardı. Bilgi veren kişi insanların okuyamadığı gökyüzündeki kitabı temsil ettiğini söyledi. Veya Çince aksanlı İngilizcesinden ben öyle anladım.

24 Kasım 2013 Pazar

Müzikle Geçen Bir Hafta

Cihat Aşkın
Shostakovich günlerini basından izliyordum. Fırsat Salı günü çıktı. Saat 17:00'deki Çello Sonatına gidemem, 20:00 deki konsere gidelim dedik. Shostakovic'i bir kaç yıl önce Ankara'da tanımıştım. Eserlerini biraz biliyordum. Önce Cihat Aşkın La Minör 1. Keman Konçertosunu çaldı. O'nu da yıllar önce Ankara'da dinlemiştim. ODTÜ öğretim yılı açılışında bir konser vermişti. Konçerto'yu bitirdikten sonra uzun uzun alkışlandı. Bis olarak Ali Ekber Çiçeğin derlediği Haydar Haydar türküsünü çaldı. Paganini gibi çaldığı için bu kez daha çok alkış aldı.
Shostakovich'in 10. Senfoni'de kullandığı DSCH motifi
Mi Minör 10. Senfoni'ye başlamadan önce şef Hakan Şensoy 10. Senfoninin şifrelerini anlattı. Shostakovich kendi adının ve aşık olduğu öğrencisi Elmira'nın adının baş harflerini oluşturan notaları senfonide tekrarlı olarak kullanmış. Konsere katılmak için sahil yolundan bir buçuk saatte Cemal Reşit Rey Konser Salonuna gelmiştim ama buna değdi.
Muammer Ketencoğlu
Perşembe günü Muammer Ketencoğlu'nun "Balkan Yolculuğu ile Balkanlarda Hüzün ve Neşe" konserine gittik. Yine aynı yol. Beşiktaş'ta Bahçeşehir Üniversitesi. B Konferans Salonu. Girişte kimlik aldılar. "Mütevelli Heyeti ile görüşmeye değil, konsere geldik, neden kimlik alıyorsunuz?" diye sordum. "Kural böyle" dediler. Konferans Salonuna çıktık. Üstat biraz gecikti ama kimse sorun etmedi. Çok alkışlandı. Herkes tanıyor. Meğer orada ders te veriyormuş. İzleyiciler coşku ile Balkan havalarına alkışlı tempo tutarken öğrenciler sahnede ve aralarda kolbastı oynadılar. Kolbastı'nın 9/8 lik Balkan ritmleriyle pekala oynanabildiğini gördük.
Jan Dark
Haftanın son etkinliği Cuma gecesi Süreyya Operası'ndaki Verdi'nin Jan Dark operasıydı. Gidiş geliş daha kolay. Araba ile Kazlıçeşme, Marmaray ile Ayrılıkçeşme ve geri dönüş. Bilet alırken Giovanni D. Arca'yı görünce "Ben bu adamı bir yerden tanıyorum" demiştim. Cahillik işte. Aslında bir kaç gün önceden Süreyya Operasında yer bulmak mucizeymiş. Üst kattaki locada yer bulabildim. Hikayeyi bilirsiniz. 15. yüzyılda İngilizler Fransaya saldırmışlar. Yüz yıl savaşları sürüyor. Fransa kötü durumda. Jan Dark genç yaşında Tanrının kendisine Fransa'yı kurtarması için seslendiğini söylüyor. Uyurken melekler korosu söylüyor. Verdi operalarında çok olan nefis koro parçaları insanı alıp götürüyor. Jan Dark mesajı alıp zayıf Fransa Kralını destekliyor. İngilizleri durduruyorlar. Ama canavar ruhlu babası, kızının içine şeytan girdiğini söylüyor. Hani derler ya "Tanrıyla konuşuyorsan duadır, Tanrı seninle konuşuyorsa Şizofrenidir.." Baba olacak adam böyle söyleyince itibarı bir anda düşüşe geçiyor. Sonunu biliyorsunuz. meydanda yakıyorlar.
Sezon başladı ve çok sayıda klasik müziği konseri var. Artık sırayla gideriz.

24 Haziran 2013 Pazartesi

Haziran Geldi - Yaza Merhaba

Çiğdemim - Komşuluk Günü
Pazar günü Ankara'dan istemeye istemeye ayrıldım. Mahalledeki komşuluk günü çalışmalarına daha fazla katkıda bulunmak ve daha çok katılmak isterdim. Etkinlik çok güzeldi. Gözlememi yerken stantları gezdim. Ama ikinci el satış stantlarını gezerken bir yaşıma daha girdim. Diş fırçaları, ikinci el satış stantında yer almasa çok daha iyi olurdu :)

Vişnelikteki Bahar Şenliğine uğrayamadım bile. Mahalleden ayrılıp yola çıktıktan sonra gişelerde HGS almak üzere durdum. "Şu anda sistem yok, buradan doğru geç, 17 km ilerideki mola yerinden alırsın." dediler. "Tamam" dedim ve yola devam ettim.

Sonraki mola yerine girdim. Arabaların uzağına bir yere durdum. Malımı biliyorum. Arabayı bir gün önce yıkatmıştım. Hortumcu adamın su tutup tertemiz arabada lekeli görüntüye yol açmamasını istiyorum. Orada da sistem çalışmıyordu. Söylene söylene dışarı çıkarken arabayı görünce şok oldum. Aklıma gelen başıma gelmiş. Adam arabaya su tutmuş. Bozuk para verirken "Hemşerim" dedim "tertemiz arabaya su tutmuşsun, daha dün akşam yıkatmıştım." O hiç konuya değinmedi, parayı alınca "Başım gözüm üstüne" dedi o kadar.

 Bütün mola yerlerine kontör kartı gibi HGS satış yerleri koymuşlar. Ama internet çalışmayınca bir sonrakini deneyeceğim, ne yapayım. Gerede'nin sinekleri cama yapışmaya başladı. Sileceklerle temizliyorum. Söylene söylene bir sonraki mola yerine girdim. Ortalıkta araba yıkayan biri yoktu. "Neyse" dedim "bu sefer su tutacak biri yok." Kasada internet vardı. Sürücü belgesi ve ruhsattan bilgileri yazdı, bir HGS stikerini arabamla eşleştirip bana verdi. Dekonttaki bilgileri okuyarak dışarı çıkarken yine arabayı gördüm. Sileceği kalkmış. Kaşla göz arasında gelip su tutmuş. Ona bozuk para verirken bu sefer hiçbir şey demedim.

Yola devam ederken susadım, meşrubat alayım dedim. Yolda içeceğim. Berceste'yi gördüm ve girdim. Arabayı da otobüslerin arkasına bıraktım. Adam görene kadar içecek alır çıkarım. Koştur, koştur aldım, çıktım. O da ne. Silecekler yine havada. Adama bahşiş verirken "Kardeşim, araba dünden beri sürekli yıkanıyor" dedim "bu gidişle paslanacak". Çocuk "Abi" dedi "yıkanmayacaksa sileceği kaldırsan da olurdu"

Meşrubatı yolda içtim. İsmail'in Yeri'ne yaklaşınca acıktığımı hissettim. Bir sucuklu yumurta yiyeyim diye düşündüm. Bu sefer araba yıkayan adamın direk yanına gittim. "Kardeşim bu araba dünden beri yıkanıyor, aman yıkama" dedim. Bahşişi de peşin verdim. Rahat bir şekilde sucuklu yumurtamı ekmek banarak yedim, dibini de ekmeğin içiyle sıyırdım.

Artık İstanbul'a yaklaşmıştım. İçeceklerden sonra bir ihtiyaç molası zamanı gelmişti. Parkshop'a girdim. Araba aklıma geldi. Yıkatmayıp parayı peşin versem, zaten şimdiye kadar verdiğim paralar oto-kuaför parası kadar oldu. Birden kafamda şimşek çaktı. TIR parkına gittim. Arabayı oraya park ettim, tuvalete gittim ve arabam yeniden yıkanacak mı endişesi olmadan gönül rahatlığıyla Bol-Çi çikolatası aldım.

İstanbul'a girdikten sonra hemen eve gitmedim. Kayıt olmak için birinci etaptaki Halkalı Yüzme Havuzuna gittim. Kan ve idrar testi koşulu varmış. Hepatit başta olmak üzere bulaşıcı hastalıkların olmaması gerekiyormuş. Örnekleri verdim. Sonuçları Salı günü verecekler. Pozitif (aslında negatif) çıkarsa havuza kayıt olacağım.

Havuzdan çıkınca taksi durağına gittim. Mahallede bisikletçi olup olmadığını sordum. Ankara'da bisikleti arabaya yükleyememiştik. Burada bisiklet almam şart oldu. Daha önce gittiğim bisikletçiyi tarif ettiler. Onda ikinci el bisiklet olmadığını söyledim. Başak Şehir yolunda başka bir bisikletçi tarif ettiler. Arabayı bıraktıktan sonra oraya gittim. Sabri Usta'dan Ferrari kırmızısı 26 cant ikinci el bir bisiklet için 80 Liraya anlaştım. O fren, vites ve akortları ayarlayacak Pazartesi günü alacağım.

Geçen yıl Yüzüncü Yıl'daki bisikletçiden benzeri bir bisikleti 85 Liraya almıştım. Lastikleri de kabak olduğu için değiştirmiştim. İlave maliyet getirmişti. Bir yıl sonra İstanbul'dan 5 Lira daha ucuza aldım. Lastik masrafı da yapmadım. İstanbul'da olanakların daha geniş olduğuna iyi bir örnek.

Karadenizliyum, ama tedavi olayrum
Pazartesi günü iş çıkışı şortumu giyip Sabri Usta'ya gittim. Biraz muhabbet ettik. Duvardaki bir karikatür ilgimi çekti. Burnundan belli Temel, burnunda sargı var, baloncukta "Karadenizliyum, ama tedavi olayrum" yazılı. Sabri Usta kışın PC toplayıp satıyormuş. Seleyi biraz kaldırttım. Birinci viteste zincir vitese sürtüyordu, ayarlattım. Mahallede iki tur attıktan sonra bisikleti sitedeki bisiklet park yerine bıraktım.

Havuz mu? Salı günü kan ve idrar testleri sonuçlarını aldım. Pozitif (aslında negatif) çıktı ve kayıt yaptırdım. Salı, Perşembe, Cumartesi ve Pazar selamlıklarına gideceğim. İran günlerinden sonra ilk kez erkekler havuzunda yüzmeye başladım.

12 Haziran 2013 Çarşamba

Sessizlik - Tiyatro

Bu yıl tiyatrolarda şansım iyi gidiyor. Cevahir Sahnesindeki bu oyuna da son gün en önden bilet aldım. Bu günlerde piyango bileti alsam köşeyi dönerim.

Moira Buffini tarafından yazılan oyun ortaçağda İngiltere'de geçiyor. Erkek egemen bir toplum. Şiddet dolu karanlık günler. Sürgünde testosteron düzeyi yüksek Fransız bir prenses. Kral desen östrojen düzeyi yüksek. Kral, prensesi Lord Silence'in oğlu ile evlendirmek istiyor. Bıraksalar Prenses Kralı dövecek.

Fakat prenses Lord'un oğlunun sırrını öğrenince durumu değerlendiriyor ve evlenir gibi yapmaya başlıyor. Bu arada Kral'da hormonal değişiklikler başlıyor. Hem Prenses'e yaklaşıyor, hem de ülke yönetim tarzı değişiyor.

Prenses ve kız oğlan kız eşi ülkelerine dönerken güvenlik komutanı da Prenses'e yeşilleniyor. Neden olarak ta çocukluk döneminde gördüğü tacizi anlatıyor.

Temel karakterlerin yanı sıra hizmetçi ve papaz ve anonim kölemenler de çok güzel oyun çıkarıyorlar. Oyun böyle gidiyor. İzleyenler ve eleştirmenler kadın eksenli bir kara komedi diyorlar. Dünya Kadınlar günü döneminde sergilendiği için olabilir. Bana sorarsanız bir LGBT klasiği.

Okuduğum eleştirmenler oyunun yazarı Buffini'yi yere göğe koyamıyorlar. Çok sayıda oyunu sahnelenmiş. Geçen yıl sergilenmeye başlamış olan oyun bu yıl Yeni Tiyatro Dergisi Emek ve Başarı Ödüllerinde, en iyi oyun ödülünü almış. Yılın tiyatro olayı olmaya doğru gidiyor.

Millet bilet bulamadığını belirmiş. Hıncal Uluç'un "bin alkış"la önerdiği bir oyunun kapalı gişe oynaması doğal ama böyleleri de var: "İzlemesini istediğim kişileri tek tek götürüp bu arada ben de defalarca izleyebileceğimi düşünüyorum.." Kardeşim, hiç olmazsa herkes birer kez izledikten sonra turlara başla. Haksız mıyım?

Son olarak "Dolu dolu bir oyundu. Mesajlar didaktiğe kaçmadan yedirerek verildi." yorumuna yer vererek kapatıyorum.

9 Haziran 2013 Pazar

Kitap - Büyük Satranç Tahtası, Brzezinski

Brzezinski Büyük Satranç TahtasıDünyanın en etkin strateji uzmanlarından olan Polonya kökenli Brzezinski, 1981 yılına kadar Carter'in ulusal güvenlik danışmanlığını yapmıştır. Etkisinin azaldığını düşünmeyin. 2007 yılında Obama, kendisini ABD'nin en seçkin düşünürlerinden biri olarak tanımlamıştır.

1997 yılında yayınladığı bu kitapta ABD'nin küresel hegemonyasının ana hatlarını açıklamıştır. Kitabın İngilizce orijinali internette bulunuyor ( The Grand Chessboard: American Primacy and Its Geostrategic Imperatives, New York: Basic Books (October 1997), ISBN 0-465-02726-1 ). Geçen yıllarda Hikmet Uluğbay'ın "İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik" kitabını tanıttığı bir etkinliğe katılmıştım. Orada haberim olmuştu. Uzun süredir okumak istiyordum. Sonunda vakit buldum ve okudum.

Gerçekten söyledikleri Afganistan'da kabak gibi gerçekleşmiş. Bugün geriye baktığımızda görebiliyoruz. Özet olarak Avrasya'ya egemen olan dünyaya egemen olur diyor. ABD'de oraya egemen olmalıdır diyor. Her fırsatta da ABD'nin egemen olmadığı bir dünya daha sorunlu olacaktır diye vurguluyor.

Daha önsözde "Avrasya'ya hükmetmeye muktedir, dolayısıyla Amerikaya meydan okuyabilecek Avrasyalı bir rakibin ortaya çıkmaması zorunludur" diyor. Afganistanda olanları ve Sovyetlerin sonunu hatırlayanlar için gerçekten önemli bir kitap.

Çağdaş jeostratejiyi hepimiz biliriz değil mi? Ben bunlara değil tarihsel analizlerine değinmek istiyorum. Roma İmparatorluğunun çöküşüne üç nedenin yol açtığını söylüyor. Birincisi tek bir merkezden yönetilemeyecek kadar büyümesi. Bunun sonucunda ikiye bölündü ama gücünün tekelci özelliğini yitirdi. Gereğinden uzun süren imparatorluk yönetici sınıfta kültürel hazcılık (hedonizm) meydana getrdi. Sürekli enflasyon sistemin yurttaşların özverisi olmadan kendisini yeniden üretmesini engelledi. Siyasal bölünme, kültürel bozulma ve enflasyon ülkenin sonunu getirmiş. Oldukça tanıdık geliyor.

Jeopolitik eksenlerin karmaşık motivasyonlarından söz ederken Robert Browning'in bir sözüne yer veriyor: "Bir insan elindekilerden daha fazlasını kavrayabilmelidir. Öyle olmasa cennet ne içindir?" İlerleyen bölümlerde Almanya ve Fransa arasındaki ilişkilerden ve rekabetten söz ediyor. İngiltereyi ise Avrupa liderliği konusunda 1950'lerden beri isteği ve motivasyonu olmamakla tanımlıyor.

Brzezinski'nin kitapta söz ettiği değişik bir kavram da "Avrasya Balkanları" lafı. Türki Cumhuriyetler ile Çin'deki etnik azınlıkları kastederek buraların enerji koridoru olacağını, bölgedeki güç boşluklarının çatışmalara yol açacağını söylüyor.

Yazılmasının üzerinden on beş yıldan fazla süre geçmiş olmasına karşın bir çok konuda açıklayıcı bilgiler veriyor. Geçmişte yüzlerce yılda oluşmuş siyasal kırılmaları aynı kuşak içinde yaşamış olanlar bu kitapta Amerikan İmparatorluğunun tökezlemesinin ip uçlarını da bulabilirler.

28 Mayıs 2013 Salı

Belgesel - Planlı Eskitme (Planned Obsolescence) veya Ampul Komplosu (The Light Bulb Conspiracy)

2010 yılı Aralık ayında yayınlanmış olan bu filmi daha önce duymadığıma inanmıyorum. Geçenlerde gönderilen bir bağlantı ile haberim oldu.

İspanya - Fransa ortak yapımı bu film belgesel tadında bir yapım. IMDB puanı 7.7 gibi oldukça yüksek (Belgeselin IMDB sayfası). İnternetten İngilizce seslendirmeli (Belgeselin Youtube sayfası) veya Türkçe alt yazılı (Türkçe altyazı ile izleme sayfası) olarak izleyebilirsiniz.

Türkçe altyazı bir Huni Projesi (Huni Projesi Sayfası). Toplumsal ve çevre duyarlılıkları etkinliklerine yansıyor. Twitterda takip etmeye başladım (twitter.com/projehuni)

Filme dönersek tüketime ve kasıtlı eskitmeye dayalı batılı ekonomik sistemin gezegenimizi nasıl çöplüğe çevirdiğini anlatıyor.

Ampuller ilk yapıldığında uzun süreli çalıştığı reklamı yapılırmış. ABD'de 1972 yılında bir itfaiye merkezinde varlığı keşfedilen ampul 1902 den beri yanıyormuş. 1895 yılında üretildiği anlaşılan ampulun 2001 yılında yüzüncü yaşını, 2011 yılında 110. yaşını kutlamışlar. Yaratıcılığın sembolü olan ampul ilk planlı eskitmenin konusu olmuş. 1920'lerde yapılan ampuller 2.500 saat çalışırmış. Aralarında Philips ve Osram'ın bulunduğu çok uluslu şirketler bir araya gelerek ampulün ömrünü kısaltarak talebi ve satışları artırmaya karar vermişler. Phoebus Karteli denen bu oluşum kartelin dünyadaki ilk örneği. "1.000 saat komitesi" kuruyor ve kademeli olarak ampullerin ömrünü kısaltarak 1940 yılında hedefledikleri 1.000 saate düşürüyorlar. 100.000 saat ve daha uzun ömürlü ampul patentlerini de toplayarak piyasaya çıkmasını engelliyorlar.

1929 yılında Bernard London adlı biri planlı eskitmenin büyük bunalımdan çıkmak için bir çare olduğunu ve yasal zorunluluk yapılmasını öneriyor ama bu yasal çerçeve gerçekleşmiyor. İkinci dünya savaşı sonrası bu işi Brooks Stevens yapıyor ve yaygınlaşmaya başlıyor. Arthur Miller, ünlü Satıcının Ölümü piyesinde konu ile ilgili diyaloglara yer veriyor.

Üniversitelerin tasarım bölümlerinde ürün yaşam öğretiliyor. tasarımcı adaylarına üreticinin tasarım stratejisine uygun tasarım gerçekleştirmeleri telkin ediliyor.

Du pont naylon çorabı icat ettikten sonra sağlamlığı ve uzun ömrü nedeniyle satışların artmadığını görünce tasarımı değiştiriyorlar ve çabucak kaçan çoraplar üretmeye başlıyorlar.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde ise böyle bir yaklaşım yok. Beyaz eşyalar en az 25 yıl çalışacak şekilde tasarlanıyor. Bir çok Doğu Avrupa buzdolabı örnekleri hala çalışıyor hem de orijinal ampulleriyle. 1981 yılında Doğu Avrupa şirketleri uzun ömürlü ampuller üreterek Batı Avrupa elektrik fuarlarına getiriyorlar. Ürünler Batı Avrupalı şirketler tarafından hemen reddediliyor. Şimdi yalnızca müzelerde görülebiliyor.

Ipodlar 2003 yılında pilleri kısa ömürlü ve değişmeyecek şekilde tasarlanıyor. Bazı kullanıcılar Ipod reklamlarının üzerine "IPod'un pilleri değişmiyor" diye yazıyorlar. Sonra internette web siteleri açıyorlar. Konuyu duyan bir avukat Apple aleyhine dava açıyor. Onbinlerce kişi mahkemeye veriyor. Davayı kazanıyorlar. Apple pil değiştirme programı başlatıyor.

Modern yazıcılara bir sayaç çipi koyarak belli bir süre geçtikten sonra arıza oluşmuş gibi mesaj verilmesini sağlıyorlar. Yazıcı kendini kapatarak çalışmayı kesiyor. İnternette bu sayaçları sıfırlayan ücretsiz yazılımlar bile var. Programı bir kere çalıştırdıktan sonra yazıcı fabrikadan yeni çıkmış gibi çalışmayı sürdürüyor.

E-atıkları Gana'ya ikinci el ürünler adıyla ihraç ediyorlar. Orada çocuklar hurda cihazları yakıyorlar. Plastikler yanıyor, metalleri ayrıştırıyorlar. Ülke bir çöplüğe dönüşüyor. Duyarlı insanlar etiketlerden şirketlerin bilgilerini alıyorlar. Veri tabanları oluşturarak şirketleri mahkemeye veriyorlar.

Tüm bunları öğrenince duyarlı kişi ve kuruluşlar uzun ömürlü ampuller için bireysel tasarımlar ve üretimler başlatılıyor. Konu ile ilgili "De-growth" (büyümeme) çerçevesi tartışılıyor.

Hazır besinlerin sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini anlatan Şişir Beni (Super Size Me), hayvansal besin üretiminin nasıl yapıldığını anlatan Gıda A.Ş. (Food Inc), Endüstriyel üretim süreçleriyle Dünyanın nasıl çöplüğe çevrildiğini anlatan Şeylerin Hikayesi (Story of Stuff) gibi belgeseller arasında kendine özgün bir yer oluşturmuş.

19 Mayıs 2013 Pazar

İstanbul'da Bisiklet

Atakent'te yerleştikten sonra bisiklet arayışına başladım. Düzayak bir mahalle. İnişli yokuşlu yollar yok. Olimpia Kent'in yakınındaki marketin önünde bir bisikletçi ve kulübesi vardı. Geçen haftalarda önce ustayı yakalamaya çalıştım. Bulduktan sonra ikinci el bisiklet sordum. Bana amortisörlü 24 cant çocuk bisikleti gösterdi. 26 cant amortisörsüz MTB (dağ bisikleti) aradığımı söyledim. Arada uğra dedi. Bir kaç defa uğradım. Eline gelmedi. Sonra kulübe ortadan kayboldu. Daha önce kulübenin olduğu yere arabalar park etmeye başladı.

Bana önceden okuduğum bir romanı hatırlattı. New York'ta bir sokakta bir apartman yapılıyor. Daireler çok kaliteli ve kiralar çok hesaplı. Bütün daireler hemen tutuluyor. Bir sabah bakıyorlar apartman yerinde yok. Meğer kaliteli daireleri ucuza kiralayanlar uzaylıların hazırladığı apartman şeklinde uzay gemisiyle gece uzaya gitmişler ve uzaylıların dünyadan getirdiği numuneler olmuşlar.

Ankara'da bisiklete biniyordum. Burada da nasıl edinirim diye soruşturdum. İkinci el bisiklet arıyorum. Neden ikinci el? Çünkü yeni bisikletler çalınmaya daha uygun. Koruması daha zor. Bir de eski bisikletlerde malzeme kalitesi çok daha iyi. Sevgili kuzenim "Git, Şişhane'den al, orada çok sayıda bisikletçi vardır" demişti. Bugün Ofiste de konuştuk. Onaylayanlar oldu. Ofis çıkışı Karaköy'e gittim. Oradan yürüyerek Şişhane'ye çıktım. Bir süre önce Havaş otobüsleri Atatürk Havalimanından Şişhaneye gelirlerdi. Oradan biliyorum.

Şişhaneye varınca soruşturdum. Çok değişik yanıtlar aldım. Biri Galata Kulesini göstererek "kuleyi geç, arkasından sola dön. Orada bir bisikletçi vardı galiba" dedi. Bir başkası "Ben otuz senedir buradayım, bisikletçi, misikletçi bulunmaz buralarda." Ne yapacağız? Biri yolu ve Haliç Köprüsünü işaret ederek "Doğru git, surları geçince Haşim İşcan Geçitinin altında sağlı, sollu bisikletçiler vardır." dedi. "İyi de orası Aksaray değil mi?" dedim. Adam "Yok" dedi "orası Saraçhane"

Ah beni Şaraçhane diye Şişhane'ye yönlendiren sevgili kuzenim ve ofiste onaylayan sevgili meslektaşlarım. Kendimi tam taşralı gibi hissettim. Neyse bu kadar uğraştım. Oraya da gideceğim. Gidince bisikletçileri gördüm. Aynı Çankırı Caddesi, Yıba Çarşısı. Elinde ikinci el bisiklet olabileceği için ustaları ve tamircileri sordum. Biri yolun diğer tarafını gösterdi. Ben hemen pes etmedim. Mutlaka burada vardır diye başkasına sordum. Bir usta gösterdiler. İstediğim bisikleti anlattım. Adam bana baktı "Elimde yok" dedi ve başından savdı.

Bir de yolun diğer tarafına bakayım dedim. Orada ilk sorduğum kişi de karşıyı gösterdi. Ben yine başkasına sordum. Şurada Hüseyin Usta var dediler. Bir de ona anlattım. "Bak kardeşim" dedi. "Burada kimse ikinci el bisiklet satmaz, çok hırsızlık oluyor. Kimse çalıntı olabilecek bisikletleri satmaz. Mahalle arasındaki bisikletçiler ikinci el bisiklet satarlar."

Bu kadar adama sordum. Hiçbiri bu kadar kısa ve net açıklamadı. Başımı önüme eğip oradan ayrıldım. Yine en başa döndüğüme mi yanayım, yarım günümün boşa geçtiğine mi yanayım. En az bir hafta bisiklet lafı duymak istemiyorum.

17 Mayıs 2013 Cuma

Herkesin Bildiği Sırlar - Tiyatro

İstiklal Caddesi Küçük Sahnede izledim. Son gün aldığım bilet şans eseri önlerdeydi. Sahne Amerikan barı olan bir ev. Dışarıda yağmur yağıyor. Fonda romantik baladlar. Biraz Elvis, biraz gök gürültüsü ve yıldırım efektleri. Burak Şentürk ve Ebru Unurtan ayrılacaklar ama son gece bir değerlendirme daha yapmaya karar veriyorlar. İki perde keyifli bir değerlendirme yapıyorlar.

Oyun Devlet Tiyatrolarında 2006'dan beri oynanıyor galiba. Yavuz Özkan 1989 yılında "Büyük Yalnızlık" adlı film için yazmış. Filmde Sezen Aksu ve Ferhan Şensoy oynamışlar. Ben hatırlamıyorum. O yıllarda dünya işlerine dalmış olabilirim. Eleştirmenler pek de beğenmemişler. Ben Hürriyetten Qubi'nin yalancısıyım. Aslında eleştirmenlere de fazla laf söylememek gerek. Çünkü IMDB puanı 4.7. Pek fazla sayılmaz.

Ben oyundan çok, hakkındaki değerlendirmelerden söz etmek istiyorum. Sanal evrende "Herkes eşiyle gitsin" diye bir yorum okudum. Aklıma o kötü evlilik fıkrası geldi. Adam arkadaşına evliliğini övüyormuş: "Ben" demiş "mutlu evliliğimi neye borçluyum biliyor musun? Karımla her hafta iki gece dışarı yemeğe çıkarız." Arkadaşı "Bravo" demiş "nasıl yapıyorsunuz?" Adam tamamlamış "O Çarşamba akşamları çıkar, ben Cumartesi akşamları.."

Bir de "Herkes kendini tartışmış, toplumu yargılamış ve yanıtsız soruların içinde boğulmuş". İki evlilikten birinin bozulduğu bir dünyada doğal olarak "kendini bulursun". Korkunun ecele faydası yok.

"Eşimden daha yeni ayrıldım. Oyunda yaşadığım şeyleri tekrar yaşadım, oyunun bazı sahnelerinde ben ve eski eşim konuşuyorduk sanki. Çok beğendim.. Yaşamın içinde bir kesit.." O zaman niye ayrıldınız? Tekrar birleşmek istiyorsunuz da söylemeye diliniz varmıyor galiba.

"Kendimi bu derece bulabileceğimi düşünmediğimden kuzenlerimle gittim. keşke eşimle gitmiş olsaydım da, hayatın bu kadar içinde bir oyunu birlikte izleseydik. bir kez daha izlemek üzere biletler alındı bile. Emeğinize sağlık. Acayip eğlendim. Süperdi!" Ne diyebilirim ki? Ben de..

"Oyun sanki beni, arkadaşımın bana anlattığını, sevgilimi, başka bir yakınımın kocasını, alt komşumun karısını... anlatıyordu. Bu kadar hayatın içinden bir oyun! Dekordaki romantik hava, ışığın dozu, yağmur yağması ve çalınan müziklere bayıldım. Bir ara hiç bitmesini istemediğim bir filmde sandım kendimi. Güzeldi! Çok güzeldi!" Allah kurtarsın, ne diyeyim..

16 Mayıs 2013 Perşembe

Immanuel Wallerstein - Dünya Sistemleri Analizi, Bir Giriş, BGST Yayınları, 2. Baskı, 2011

Üçüncü Dünya kuramlarını reddettiğini söyleyen sosyolog Wallerstein'ın görüşleri, bir çok bakımdan Noam Chomsky'nin görüşleriyle örtüşüyor. Küresel kapitalizm'in itici gücünün "sonsuz sermaye birikimi" olduğunu vurguluyor. Yalnızca Dünya Sistemi kuramını oluşturmakla kalmıyor, küreselleşme karşıtı hareketler içinde de aktif olarak yer alıyor. Marksizm ile ters düşen bu kurama göre kapitalist olan tek tek ülkeler değil, sistemin kendisidir.

Adını hep duyardım. Geçende kitapçıda görünce inceledim. Baktım, bayağı ince, tam dişime göre dedim ve aldım. Sözlükçe, rehber kaynakça ve dizin ile birlikte toplam 191 sayfa ama benim okuduğum kısım 156 sayfa. Sözlükçedeki kavramlara bir göz attım. Çoğunu biliyorum.. Bu saçları değirmende ağartmadım..

Konu ile ilgili olarak sizi baymayacağım, meraklısı zaten alır okur. Ben ilgimi çeken üç bölüm hakkında bilgi vereceğim. Dünya Sistemi analizinin tarihsel temellerini anlatırken ve sosyal bilimler hakkında bir çerçeve çizerken geçmişe gidiyor, temel bilimlerden nasıl ayrıldıklarını anlatıyor.

18. yüzyıla kadar felsefe ve bilim birlikte ele alınıyor. Dönemin bilim adamları hem matematik hem metafizik, hem astronomi hem şiir dersleri veriyorlar. Yüzyılın sonuna doğru teolojik otoritenin yöntemleri sorgulanıyor. Gözleme dayanan seküler alternatifler kabul görmeye başlıyor. Bu dönemde Laplace Güneş Sistemi hakkında kapsamlı ve kalın bir kitap yazmış ve Napolyon'a sunmuş. Napolyon "Kitapta bir kez bile Tanrıdan söz etmemişsin" deyince, "Bu hipoteze gereksinimim yok, efendim" diye yanıtlamış.

18. yüzyılın sonunda felsefe ve doğa bilimleri "boşanıyor". Modern üniversitenin temelleri de bu ayrılık sonunda atılıyor. Ortaçağda üniversitenin 4 fakültesi var, teoloji, tıp, hukuk ve felsefe. Modern üniversitede sosyal bilimler, güzel sanatlar veya edebiyat fakültesi ile doğa bilimleri veya temel bilimler fakültesi oluşuyor. O günlerden kalan tek ortak nokta en üst akademik ünvanı PhD. Adı hala felsefe doktoru olarak anılıyor.

Sosyal bilimler gerçeği aramanın peşinde pozitif bilimlere yaklaştılar. Önce sosyal bilimlerin en eskilerinden olan tarih evrildi. Ülkelerin ve yöneticilerinin göklere çıkarılmasına son verildi. Yöntem olarak dönemin yazılı kaynaklarının incelenmesi yöntemi kullanılmaya başlandı. Felsefe ile ters düşen tarihçiler doğa bilimleri fakültelerinde yer almayı da tercih etmediler. Gözleme dayalı doğal bilimcilere sempati duyuyorlardı ama genellemelere de karşıydılar ve her tarihsel olayın kendi özel koşulları içinde incelenmesini öngörüyorlardı.

Gerçeği araştırmak derken bu tarihçiler beş ülkede yaşıyorlardı. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya. Tarih deyince kendi ülkelerinin tarihini inceleyerek başladılar. Sınır çizilmesi gerektiğinde mevcut sınırları temel alıp geriye gidiyorlardı. Örneğin Fransa tarihi deyince 19. yüzyıldaki Fransa sınırlarını aldılar ve bu sınırlar içinde geçmişte olanları da Fransa tarihi içine kattılar.

Ama tarihçilerin güncel konularda söyleyecekleri çok az şey vardı. Böylece ekonomi, siyaset bilimi ve sosyoloji gibi yeni disiplinler ortaya çıktı. Bunların sayısının üç tane olması da dönemin ideolojisi gereği pazar, devlet ve sivil toplum kavramları incelenerek toplumsal gerçeklerin açıklanması çabalarıdır.

Peki bu beş ülkenin dışındaki yerler nasıl incelenecekti? İlk gelişen antropoloji oldu. Önce ilkel halklar denen ve tarihlerinin olmadığı öne sürülen sömürge ülkelerin analizinde kullanıldı.

Sonra ilkel tanımına uymayan Çin, Hindistan, İran, Arap dünyasının nasıl analiz edileceği sorunu ortaya çıktı. Avrupa dışındaki bu uygarlıklar o dönemde çok gelişkin değildi ama ilkel de değildi. Şarkiyat dedikleri disiplin de bu ülkelerin analizi için ortaya atıldı.

İkinci Dünya Savaşından sonraki soğuk savaş dönemi, Sovyetlerde bilimsel yöntemler, ABD hegemonyası dönemlerindeki bilim tarihi analizleri de çok keyifli okumanızı öneririm.

İkinci olarak Wallerstein tarafından anlatılan devletler ve şirketler arası ilişkilerden söz edeceğim. Bir kere çok az üretici üretim maliyetlerinin tamamını öder. Maliyetin "dışsallaştırılması" dediğimiz konu üç ana başlıkta incelenebilir: 1. Zehirli atıklar, 2. Tükenme maliyeti, 3. Taşıma giderleri.

Zehirli atıklar havaya veya fabrika dışına tahliye edilir ve bir şey olmamış gibi üretime devam edilir. Çevre temizliği veya mağdur olanların sağlık giderleri daha sonra devlete vergi ödeyenler veya toplum tarafından karşılanır.

Diğer bir maliyet dışsallaştırması ham maddenin tükenmesi maliyetidir. Verilen bir örnek kereste arzıdır. Bir coğrafi lokasyonda tüm ağaçlar kesildiğinde kereste üreticisi başka bir yerde üretimi sürdürür. Kazancının herhangi bir bölümünü çölleşen alanın ağaçlandırılması için kullanmaz.

Taşımacılık giderleri de üreticinin tamamını ödemediği maliyetlerdendir. Kara yolları, köprüler, demir yolları ve limanlar gibi altyapı yatırımları herkes tarafından ödenir.

Diğer bir konu firmalar yalnız kendi devletleri değil, başka devletlerin kararlarından da etkilenir. Firmalar bunu iki şekilde yönetirler, ya doğrudan ya da dolaylı olarak.

Doğrudan yaklaşımda firma diğer devlette yerleşikmiş gibi davranır. Kendi devletiyle ilişkilerinde kullandığı fayda alışverişi, siyasi baskı ve rüşvet gibi mekanizmaları ve ikna yollarını bu devlet için de kullanır. Yabancı firmalar dezavantajlı oldukları için özellikle gelişmiş ülke firmalarıysa dolaylı yaklaşım göstererek konuyu kendi ülke yönetimlerine havale ederler. Güçlü ülke diğer ülkeye başvurarak kendi girişimcisinin gereksinim ve taleplerinin yerine getirilmesini sağlar.

Kitaptan değineceğimiz üçüncü ve son konu yurttaşların eşitliği olacak. Ülkelerde yurttaşların yalnızca belli bir kısmının yurttaşlık haklarına sahip olduğu belirtiliyor. Örneğin ülkede bulunan yabancılar, reşit olmayan gençler, zihinsel engelliler, kadınlar, etnik azınlıklar, mülksüzler, tutuklu ve hükümlüler gibi uzayan bir listedekilerle halk kavramının kapsayıcı olmaktan çok dışlayıcı olduğuna vurgu yapıyor.