28 Mayıs 2013 Salı

Belgesel - Planlı Eskitme (Planned Obsolescence) veya Ampul Komplosu (The Light Bulb Conspiracy)

2010 yılı Aralık ayında yayınlanmış olan bu filmi daha önce duymadığıma inanmıyorum. Geçenlerde gönderilen bir bağlantı ile haberim oldu.

İspanya - Fransa ortak yapımı bu film belgesel tadında bir yapım. IMDB puanı 7.7 gibi oldukça yüksek (Belgeselin IMDB sayfası). İnternetten İngilizce seslendirmeli (Belgeselin Youtube sayfası) veya Türkçe alt yazılı (Türkçe altyazı ile izleme sayfası) olarak izleyebilirsiniz.

Türkçe altyazı bir Huni Projesi (Huni Projesi Sayfası). Toplumsal ve çevre duyarlılıkları etkinliklerine yansıyor. Twitterda takip etmeye başladım (twitter.com/projehuni)

Filme dönersek tüketime ve kasıtlı eskitmeye dayalı batılı ekonomik sistemin gezegenimizi nasıl çöplüğe çevirdiğini anlatıyor.

Ampuller ilk yapıldığında uzun süreli çalıştığı reklamı yapılırmış. ABD'de 1972 yılında bir itfaiye merkezinde varlığı keşfedilen ampul 1902 den beri yanıyormuş. 1895 yılında üretildiği anlaşılan ampulun 2001 yılında yüzüncü yaşını, 2011 yılında 110. yaşını kutlamışlar. Yaratıcılığın sembolü olan ampul ilk planlı eskitmenin konusu olmuş. 1920'lerde yapılan ampuller 2.500 saat çalışırmış. Aralarında Philips ve Osram'ın bulunduğu çok uluslu şirketler bir araya gelerek ampulün ömrünü kısaltarak talebi ve satışları artırmaya karar vermişler. Phoebus Karteli denen bu oluşum kartelin dünyadaki ilk örneği. "1.000 saat komitesi" kuruyor ve kademeli olarak ampullerin ömrünü kısaltarak 1940 yılında hedefledikleri 1.000 saate düşürüyorlar. 100.000 saat ve daha uzun ömürlü ampul patentlerini de toplayarak piyasaya çıkmasını engelliyorlar.

1929 yılında Bernard London adlı biri planlı eskitmenin büyük bunalımdan çıkmak için bir çare olduğunu ve yasal zorunluluk yapılmasını öneriyor ama bu yasal çerçeve gerçekleşmiyor. İkinci dünya savaşı sonrası bu işi Brooks Stevens yapıyor ve yaygınlaşmaya başlıyor. Arthur Miller, ünlü Satıcının Ölümü piyesinde konu ile ilgili diyaloglara yer veriyor.

Üniversitelerin tasarım bölümlerinde ürün yaşam öğretiliyor. tasarımcı adaylarına üreticinin tasarım stratejisine uygun tasarım gerçekleştirmeleri telkin ediliyor.

Du pont naylon çorabı icat ettikten sonra sağlamlığı ve uzun ömrü nedeniyle satışların artmadığını görünce tasarımı değiştiriyorlar ve çabucak kaçan çoraplar üretmeye başlıyorlar.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde ise böyle bir yaklaşım yok. Beyaz eşyalar en az 25 yıl çalışacak şekilde tasarlanıyor. Bir çok Doğu Avrupa buzdolabı örnekleri hala çalışıyor hem de orijinal ampulleriyle. 1981 yılında Doğu Avrupa şirketleri uzun ömürlü ampuller üreterek Batı Avrupa elektrik fuarlarına getiriyorlar. Ürünler Batı Avrupalı şirketler tarafından hemen reddediliyor. Şimdi yalnızca müzelerde görülebiliyor.

Ipodlar 2003 yılında pilleri kısa ömürlü ve değişmeyecek şekilde tasarlanıyor. Bazı kullanıcılar Ipod reklamlarının üzerine "IPod'un pilleri değişmiyor" diye yazıyorlar. Sonra internette web siteleri açıyorlar. Konuyu duyan bir avukat Apple aleyhine dava açıyor. Onbinlerce kişi mahkemeye veriyor. Davayı kazanıyorlar. Apple pil değiştirme programı başlatıyor.

Modern yazıcılara bir sayaç çipi koyarak belli bir süre geçtikten sonra arıza oluşmuş gibi mesaj verilmesini sağlıyorlar. Yazıcı kendini kapatarak çalışmayı kesiyor. İnternette bu sayaçları sıfırlayan ücretsiz yazılımlar bile var. Programı bir kere çalıştırdıktan sonra yazıcı fabrikadan yeni çıkmış gibi çalışmayı sürdürüyor.

E-atıkları Gana'ya ikinci el ürünler adıyla ihraç ediyorlar. Orada çocuklar hurda cihazları yakıyorlar. Plastikler yanıyor, metalleri ayrıştırıyorlar. Ülke bir çöplüğe dönüşüyor. Duyarlı insanlar etiketlerden şirketlerin bilgilerini alıyorlar. Veri tabanları oluşturarak şirketleri mahkemeye veriyorlar.

Tüm bunları öğrenince duyarlı kişi ve kuruluşlar uzun ömürlü ampuller için bireysel tasarımlar ve üretimler başlatılıyor. Konu ile ilgili "De-growth" (büyümeme) çerçevesi tartışılıyor.

Hazır besinlerin sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini anlatan Şişir Beni (Super Size Me), hayvansal besin üretiminin nasıl yapıldığını anlatan Gıda A.Ş. (Food Inc), Endüstriyel üretim süreçleriyle Dünyanın nasıl çöplüğe çevrildiğini anlatan Şeylerin Hikayesi (Story of Stuff) gibi belgeseller arasında kendine özgün bir yer oluşturmuş.

19 Mayıs 2013 Pazar

İstanbul'da Bisiklet

Atakent'te yerleştikten sonra bisiklet arayışına başladım. Düzayak bir mahalle. İnişli yokuşlu yollar yok. Olimpia Kent'in yakınındaki marketin önünde bir bisikletçi ve kulübesi vardı. Geçen haftalarda önce ustayı yakalamaya çalıştım. Bulduktan sonra ikinci el bisiklet sordum. Bana amortisörlü 24 cant çocuk bisikleti gösterdi. 26 cant amortisörsüz MTB (dağ bisikleti) aradığımı söyledim. Arada uğra dedi. Bir kaç defa uğradım. Eline gelmedi. Sonra kulübe ortadan kayboldu. Daha önce kulübenin olduğu yere arabalar park etmeye başladı.

Bana önceden okuduğum bir romanı hatırlattı. New York'ta bir sokakta bir apartman yapılıyor. Daireler çok kaliteli ve kiralar çok hesaplı. Bütün daireler hemen tutuluyor. Bir sabah bakıyorlar apartman yerinde yok. Meğer kaliteli daireleri ucuza kiralayanlar uzaylıların hazırladığı apartman şeklinde uzay gemisiyle gece uzaya gitmişler ve uzaylıların dünyadan getirdiği numuneler olmuşlar.

Ankara'da bisiklete biniyordum. Burada da nasıl edinirim diye soruşturdum. İkinci el bisiklet arıyorum. Neden ikinci el? Çünkü yeni bisikletler çalınmaya daha uygun. Koruması daha zor. Bir de eski bisikletlerde malzeme kalitesi çok daha iyi. Sevgili kuzenim "Git, Şişhane'den al, orada çok sayıda bisikletçi vardır" demişti. Bugün Ofiste de konuştuk. Onaylayanlar oldu. Ofis çıkışı Karaköy'e gittim. Oradan yürüyerek Şişhane'ye çıktım. Bir süre önce Havaş otobüsleri Atatürk Havalimanından Şişhaneye gelirlerdi. Oradan biliyorum.

Şişhaneye varınca soruşturdum. Çok değişik yanıtlar aldım. Biri Galata Kulesini göstererek "kuleyi geç, arkasından sola dön. Orada bir bisikletçi vardı galiba" dedi. Bir başkası "Ben otuz senedir buradayım, bisikletçi, misikletçi bulunmaz buralarda." Ne yapacağız? Biri yolu ve Haliç Köprüsünü işaret ederek "Doğru git, surları geçince Haşim İşcan Geçitinin altında sağlı, sollu bisikletçiler vardır." dedi. "İyi de orası Aksaray değil mi?" dedim. Adam "Yok" dedi "orası Saraçhane"

Ah beni Şaraçhane diye Şişhane'ye yönlendiren sevgili kuzenim ve ofiste onaylayan sevgili meslektaşlarım. Kendimi tam taşralı gibi hissettim. Neyse bu kadar uğraştım. Oraya da gideceğim. Gidince bisikletçileri gördüm. Aynı Çankırı Caddesi, Yıba Çarşısı. Elinde ikinci el bisiklet olabileceği için ustaları ve tamircileri sordum. Biri yolun diğer tarafını gösterdi. Ben hemen pes etmedim. Mutlaka burada vardır diye başkasına sordum. Bir usta gösterdiler. İstediğim bisikleti anlattım. Adam bana baktı "Elimde yok" dedi ve başından savdı.

Bir de yolun diğer tarafına bakayım dedim. Orada ilk sorduğum kişi de karşıyı gösterdi. Ben yine başkasına sordum. Şurada Hüseyin Usta var dediler. Bir de ona anlattım. "Bak kardeşim" dedi. "Burada kimse ikinci el bisiklet satmaz, çok hırsızlık oluyor. Kimse çalıntı olabilecek bisikletleri satmaz. Mahalle arasındaki bisikletçiler ikinci el bisiklet satarlar."

Bu kadar adama sordum. Hiçbiri bu kadar kısa ve net açıklamadı. Başımı önüme eğip oradan ayrıldım. Yine en başa döndüğüme mi yanayım, yarım günümün boşa geçtiğine mi yanayım. En az bir hafta bisiklet lafı duymak istemiyorum.

17 Mayıs 2013 Cuma

Herkesin Bildiği Sırlar - Tiyatro

İstiklal Caddesi Küçük Sahnede izledim. Son gün aldığım bilet şans eseri önlerdeydi. Sahne Amerikan barı olan bir ev. Dışarıda yağmur yağıyor. Fonda romantik baladlar. Biraz Elvis, biraz gök gürültüsü ve yıldırım efektleri. Burak Şentürk ve Ebru Unurtan ayrılacaklar ama son gece bir değerlendirme daha yapmaya karar veriyorlar. İki perde keyifli bir değerlendirme yapıyorlar.

Oyun Devlet Tiyatrolarında 2006'dan beri oynanıyor galiba. Yavuz Özkan 1989 yılında "Büyük Yalnızlık" adlı film için yazmış. Filmde Sezen Aksu ve Ferhan Şensoy oynamışlar. Ben hatırlamıyorum. O yıllarda dünya işlerine dalmış olabilirim. Eleştirmenler pek de beğenmemişler. Ben Hürriyetten Qubi'nin yalancısıyım. Aslında eleştirmenlere de fazla laf söylememek gerek. Çünkü IMDB puanı 4.7. Pek fazla sayılmaz.

Ben oyundan çok, hakkındaki değerlendirmelerden söz etmek istiyorum. Sanal evrende "Herkes eşiyle gitsin" diye bir yorum okudum. Aklıma o kötü evlilik fıkrası geldi. Adam arkadaşına evliliğini övüyormuş: "Ben" demiş "mutlu evliliğimi neye borçluyum biliyor musun? Karımla her hafta iki gece dışarı yemeğe çıkarız." Arkadaşı "Bravo" demiş "nasıl yapıyorsunuz?" Adam tamamlamış "O Çarşamba akşamları çıkar, ben Cumartesi akşamları.."

Bir de "Herkes kendini tartışmış, toplumu yargılamış ve yanıtsız soruların içinde boğulmuş". İki evlilikten birinin bozulduğu bir dünyada doğal olarak "kendini bulursun". Korkunun ecele faydası yok.

"Eşimden daha yeni ayrıldım. Oyunda yaşadığım şeyleri tekrar yaşadım, oyunun bazı sahnelerinde ben ve eski eşim konuşuyorduk sanki. Çok beğendim.. Yaşamın içinde bir kesit.." O zaman niye ayrıldınız? Tekrar birleşmek istiyorsunuz da söylemeye diliniz varmıyor galiba.

"Kendimi bu derece bulabileceğimi düşünmediğimden kuzenlerimle gittim. keşke eşimle gitmiş olsaydım da, hayatın bu kadar içinde bir oyunu birlikte izleseydik. bir kez daha izlemek üzere biletler alındı bile. Emeğinize sağlık. Acayip eğlendim. Süperdi!" Ne diyebilirim ki? Ben de..

"Oyun sanki beni, arkadaşımın bana anlattığını, sevgilimi, başka bir yakınımın kocasını, alt komşumun karısını... anlatıyordu. Bu kadar hayatın içinden bir oyun! Dekordaki romantik hava, ışığın dozu, yağmur yağması ve çalınan müziklere bayıldım. Bir ara hiç bitmesini istemediğim bir filmde sandım kendimi. Güzeldi! Çok güzeldi!" Allah kurtarsın, ne diyeyim..

16 Mayıs 2013 Perşembe

Immanuel Wallerstein - Dünya Sistemleri Analizi, Bir Giriş, BGST Yayınları, 2. Baskı, 2011

Üçüncü Dünya kuramlarını reddettiğini söyleyen sosyolog Wallerstein'ın görüşleri, bir çok bakımdan Noam Chomsky'nin görüşleriyle örtüşüyor. Küresel kapitalizm'in itici gücünün "sonsuz sermaye birikimi" olduğunu vurguluyor. Yalnızca Dünya Sistemi kuramını oluşturmakla kalmıyor, küreselleşme karşıtı hareketler içinde de aktif olarak yer alıyor. Marksizm ile ters düşen bu kurama göre kapitalist olan tek tek ülkeler değil, sistemin kendisidir.

Adını hep duyardım. Geçende kitapçıda görünce inceledim. Baktım, bayağı ince, tam dişime göre dedim ve aldım. Sözlükçe, rehber kaynakça ve dizin ile birlikte toplam 191 sayfa ama benim okuduğum kısım 156 sayfa. Sözlükçedeki kavramlara bir göz attım. Çoğunu biliyorum.. Bu saçları değirmende ağartmadım..

Konu ile ilgili olarak sizi baymayacağım, meraklısı zaten alır okur. Ben ilgimi çeken üç bölüm hakkında bilgi vereceğim. Dünya Sistemi analizinin tarihsel temellerini anlatırken ve sosyal bilimler hakkında bir çerçeve çizerken geçmişe gidiyor, temel bilimlerden nasıl ayrıldıklarını anlatıyor.

18. yüzyıla kadar felsefe ve bilim birlikte ele alınıyor. Dönemin bilim adamları hem matematik hem metafizik, hem astronomi hem şiir dersleri veriyorlar. Yüzyılın sonuna doğru teolojik otoritenin yöntemleri sorgulanıyor. Gözleme dayanan seküler alternatifler kabul görmeye başlıyor. Bu dönemde Laplace Güneş Sistemi hakkında kapsamlı ve kalın bir kitap yazmış ve Napolyon'a sunmuş. Napolyon "Kitapta bir kez bile Tanrıdan söz etmemişsin" deyince, "Bu hipoteze gereksinimim yok, efendim" diye yanıtlamış.

18. yüzyılın sonunda felsefe ve doğa bilimleri "boşanıyor". Modern üniversitenin temelleri de bu ayrılık sonunda atılıyor. Ortaçağda üniversitenin 4 fakültesi var, teoloji, tıp, hukuk ve felsefe. Modern üniversitede sosyal bilimler, güzel sanatlar veya edebiyat fakültesi ile doğa bilimleri veya temel bilimler fakültesi oluşuyor. O günlerden kalan tek ortak nokta en üst akademik ünvanı PhD. Adı hala felsefe doktoru olarak anılıyor.

Sosyal bilimler gerçeği aramanın peşinde pozitif bilimlere yaklaştılar. Önce sosyal bilimlerin en eskilerinden olan tarih evrildi. Ülkelerin ve yöneticilerinin göklere çıkarılmasına son verildi. Yöntem olarak dönemin yazılı kaynaklarının incelenmesi yöntemi kullanılmaya başlandı. Felsefe ile ters düşen tarihçiler doğa bilimleri fakültelerinde yer almayı da tercih etmediler. Gözleme dayalı doğal bilimcilere sempati duyuyorlardı ama genellemelere de karşıydılar ve her tarihsel olayın kendi özel koşulları içinde incelenmesini öngörüyorlardı.

Gerçeği araştırmak derken bu tarihçiler beş ülkede yaşıyorlardı. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya. Tarih deyince kendi ülkelerinin tarihini inceleyerek başladılar. Sınır çizilmesi gerektiğinde mevcut sınırları temel alıp geriye gidiyorlardı. Örneğin Fransa tarihi deyince 19. yüzyıldaki Fransa sınırlarını aldılar ve bu sınırlar içinde geçmişte olanları da Fransa tarihi içine kattılar.

Ama tarihçilerin güncel konularda söyleyecekleri çok az şey vardı. Böylece ekonomi, siyaset bilimi ve sosyoloji gibi yeni disiplinler ortaya çıktı. Bunların sayısının üç tane olması da dönemin ideolojisi gereği pazar, devlet ve sivil toplum kavramları incelenerek toplumsal gerçeklerin açıklanması çabalarıdır.

Peki bu beş ülkenin dışındaki yerler nasıl incelenecekti? İlk gelişen antropoloji oldu. Önce ilkel halklar denen ve tarihlerinin olmadığı öne sürülen sömürge ülkelerin analizinde kullanıldı.

Sonra ilkel tanımına uymayan Çin, Hindistan, İran, Arap dünyasının nasıl analiz edileceği sorunu ortaya çıktı. Avrupa dışındaki bu uygarlıklar o dönemde çok gelişkin değildi ama ilkel de değildi. Şarkiyat dedikleri disiplin de bu ülkelerin analizi için ortaya atıldı.

İkinci Dünya Savaşından sonraki soğuk savaş dönemi, Sovyetlerde bilimsel yöntemler, ABD hegemonyası dönemlerindeki bilim tarihi analizleri de çok keyifli okumanızı öneririm.

İkinci olarak Wallerstein tarafından anlatılan devletler ve şirketler arası ilişkilerden söz edeceğim. Bir kere çok az üretici üretim maliyetlerinin tamamını öder. Maliyetin "dışsallaştırılması" dediğimiz konu üç ana başlıkta incelenebilir: 1. Zehirli atıklar, 2. Tükenme maliyeti, 3. Taşıma giderleri.

Zehirli atıklar havaya veya fabrika dışına tahliye edilir ve bir şey olmamış gibi üretime devam edilir. Çevre temizliği veya mağdur olanların sağlık giderleri daha sonra devlete vergi ödeyenler veya toplum tarafından karşılanır.

Diğer bir maliyet dışsallaştırması ham maddenin tükenmesi maliyetidir. Verilen bir örnek kereste arzıdır. Bir coğrafi lokasyonda tüm ağaçlar kesildiğinde kereste üreticisi başka bir yerde üretimi sürdürür. Kazancının herhangi bir bölümünü çölleşen alanın ağaçlandırılması için kullanmaz.

Taşımacılık giderleri de üreticinin tamamını ödemediği maliyetlerdendir. Kara yolları, köprüler, demir yolları ve limanlar gibi altyapı yatırımları herkes tarafından ödenir.

Diğer bir konu firmalar yalnız kendi devletleri değil, başka devletlerin kararlarından da etkilenir. Firmalar bunu iki şekilde yönetirler, ya doğrudan ya da dolaylı olarak.

Doğrudan yaklaşımda firma diğer devlette yerleşikmiş gibi davranır. Kendi devletiyle ilişkilerinde kullandığı fayda alışverişi, siyasi baskı ve rüşvet gibi mekanizmaları ve ikna yollarını bu devlet için de kullanır. Yabancı firmalar dezavantajlı oldukları için özellikle gelişmiş ülke firmalarıysa dolaylı yaklaşım göstererek konuyu kendi ülke yönetimlerine havale ederler. Güçlü ülke diğer ülkeye başvurarak kendi girişimcisinin gereksinim ve taleplerinin yerine getirilmesini sağlar.

Kitaptan değineceğimiz üçüncü ve son konu yurttaşların eşitliği olacak. Ülkelerde yurttaşların yalnızca belli bir kısmının yurttaşlık haklarına sahip olduğu belirtiliyor. Örneğin ülkede bulunan yabancılar, reşit olmayan gençler, zihinsel engelliler, kadınlar, etnik azınlıklar, mülksüzler, tutuklu ve hükümlüler gibi uzayan bir listedekilerle halk kavramının kapsayıcı olmaktan çok dışlayıcı olduğuna vurgu yapıyor.