16 Mayıs 2013 Perşembe

Immanuel Wallerstein - Dünya Sistemleri Analizi, Bir Giriş, BGST Yayınları, 2. Baskı, 2011

Üçüncü Dünya kuramlarını reddettiğini söyleyen sosyolog Wallerstein'ın görüşleri, bir çok bakımdan Noam Chomsky'nin görüşleriyle örtüşüyor. Küresel kapitalizm'in itici gücünün "sonsuz sermaye birikimi" olduğunu vurguluyor. Yalnızca Dünya Sistemi kuramını oluşturmakla kalmıyor, küreselleşme karşıtı hareketler içinde de aktif olarak yer alıyor. Marksizm ile ters düşen bu kurama göre kapitalist olan tek tek ülkeler değil, sistemin kendisidir.

Adını hep duyardım. Geçende kitapçıda görünce inceledim. Baktım, bayağı ince, tam dişime göre dedim ve aldım. Sözlükçe, rehber kaynakça ve dizin ile birlikte toplam 191 sayfa ama benim okuduğum kısım 156 sayfa. Sözlükçedeki kavramlara bir göz attım. Çoğunu biliyorum.. Bu saçları değirmende ağartmadım..

Konu ile ilgili olarak sizi baymayacağım, meraklısı zaten alır okur. Ben ilgimi çeken üç bölüm hakkında bilgi vereceğim. Dünya Sistemi analizinin tarihsel temellerini anlatırken ve sosyal bilimler hakkında bir çerçeve çizerken geçmişe gidiyor, temel bilimlerden nasıl ayrıldıklarını anlatıyor.

18. yüzyıla kadar felsefe ve bilim birlikte ele alınıyor. Dönemin bilim adamları hem matematik hem metafizik, hem astronomi hem şiir dersleri veriyorlar. Yüzyılın sonuna doğru teolojik otoritenin yöntemleri sorgulanıyor. Gözleme dayanan seküler alternatifler kabul görmeye başlıyor. Bu dönemde Laplace Güneş Sistemi hakkında kapsamlı ve kalın bir kitap yazmış ve Napolyon'a sunmuş. Napolyon "Kitapta bir kez bile Tanrıdan söz etmemişsin" deyince, "Bu hipoteze gereksinimim yok, efendim" diye yanıtlamış.

18. yüzyılın sonunda felsefe ve doğa bilimleri "boşanıyor". Modern üniversitenin temelleri de bu ayrılık sonunda atılıyor. Ortaçağda üniversitenin 4 fakültesi var, teoloji, tıp, hukuk ve felsefe. Modern üniversitede sosyal bilimler, güzel sanatlar veya edebiyat fakültesi ile doğa bilimleri veya temel bilimler fakültesi oluşuyor. O günlerden kalan tek ortak nokta en üst akademik ünvanı PhD. Adı hala felsefe doktoru olarak anılıyor.

Sosyal bilimler gerçeği aramanın peşinde pozitif bilimlere yaklaştılar. Önce sosyal bilimlerin en eskilerinden olan tarih evrildi. Ülkelerin ve yöneticilerinin göklere çıkarılmasına son verildi. Yöntem olarak dönemin yazılı kaynaklarının incelenmesi yöntemi kullanılmaya başlandı. Felsefe ile ters düşen tarihçiler doğa bilimleri fakültelerinde yer almayı da tercih etmediler. Gözleme dayalı doğal bilimcilere sempati duyuyorlardı ama genellemelere de karşıydılar ve her tarihsel olayın kendi özel koşulları içinde incelenmesini öngörüyorlardı.

Gerçeği araştırmak derken bu tarihçiler beş ülkede yaşıyorlardı. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya. Tarih deyince kendi ülkelerinin tarihini inceleyerek başladılar. Sınır çizilmesi gerektiğinde mevcut sınırları temel alıp geriye gidiyorlardı. Örneğin Fransa tarihi deyince 19. yüzyıldaki Fransa sınırlarını aldılar ve bu sınırlar içinde geçmişte olanları da Fransa tarihi içine kattılar.

Ama tarihçilerin güncel konularda söyleyecekleri çok az şey vardı. Böylece ekonomi, siyaset bilimi ve sosyoloji gibi yeni disiplinler ortaya çıktı. Bunların sayısının üç tane olması da dönemin ideolojisi gereği pazar, devlet ve sivil toplum kavramları incelenerek toplumsal gerçeklerin açıklanması çabalarıdır.

Peki bu beş ülkenin dışındaki yerler nasıl incelenecekti? İlk gelişen antropoloji oldu. Önce ilkel halklar denen ve tarihlerinin olmadığı öne sürülen sömürge ülkelerin analizinde kullanıldı.

Sonra ilkel tanımına uymayan Çin, Hindistan, İran, Arap dünyasının nasıl analiz edileceği sorunu ortaya çıktı. Avrupa dışındaki bu uygarlıklar o dönemde çok gelişkin değildi ama ilkel de değildi. Şarkiyat dedikleri disiplin de bu ülkelerin analizi için ortaya atıldı.

İkinci Dünya Savaşından sonraki soğuk savaş dönemi, Sovyetlerde bilimsel yöntemler, ABD hegemonyası dönemlerindeki bilim tarihi analizleri de çok keyifli okumanızı öneririm.

İkinci olarak Wallerstein tarafından anlatılan devletler ve şirketler arası ilişkilerden söz edeceğim. Bir kere çok az üretici üretim maliyetlerinin tamamını öder. Maliyetin "dışsallaştırılması" dediğimiz konu üç ana başlıkta incelenebilir: 1. Zehirli atıklar, 2. Tükenme maliyeti, 3. Taşıma giderleri.

Zehirli atıklar havaya veya fabrika dışına tahliye edilir ve bir şey olmamış gibi üretime devam edilir. Çevre temizliği veya mağdur olanların sağlık giderleri daha sonra devlete vergi ödeyenler veya toplum tarafından karşılanır.

Diğer bir maliyet dışsallaştırması ham maddenin tükenmesi maliyetidir. Verilen bir örnek kereste arzıdır. Bir coğrafi lokasyonda tüm ağaçlar kesildiğinde kereste üreticisi başka bir yerde üretimi sürdürür. Kazancının herhangi bir bölümünü çölleşen alanın ağaçlandırılması için kullanmaz.

Taşımacılık giderleri de üreticinin tamamını ödemediği maliyetlerdendir. Kara yolları, köprüler, demir yolları ve limanlar gibi altyapı yatırımları herkes tarafından ödenir.

Diğer bir konu firmalar yalnız kendi devletleri değil, başka devletlerin kararlarından da etkilenir. Firmalar bunu iki şekilde yönetirler, ya doğrudan ya da dolaylı olarak.

Doğrudan yaklaşımda firma diğer devlette yerleşikmiş gibi davranır. Kendi devletiyle ilişkilerinde kullandığı fayda alışverişi, siyasi baskı ve rüşvet gibi mekanizmaları ve ikna yollarını bu devlet için de kullanır. Yabancı firmalar dezavantajlı oldukları için özellikle gelişmiş ülke firmalarıysa dolaylı yaklaşım göstererek konuyu kendi ülke yönetimlerine havale ederler. Güçlü ülke diğer ülkeye başvurarak kendi girişimcisinin gereksinim ve taleplerinin yerine getirilmesini sağlar.

Kitaptan değineceğimiz üçüncü ve son konu yurttaşların eşitliği olacak. Ülkelerde yurttaşların yalnızca belli bir kısmının yurttaşlık haklarına sahip olduğu belirtiliyor. Örneğin ülkede bulunan yabancılar, reşit olmayan gençler, zihinsel engelliler, kadınlar, etnik azınlıklar, mülksüzler, tutuklu ve hükümlüler gibi uzayan bir listedekilerle halk kavramının kapsayıcı olmaktan çok dışlayıcı olduğuna vurgu yapıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder